Kavga Arası Mola

“Başımın belası köpek! Bir de seninle mi uğraşacağım! İtliğin üzerinde, geberteceğim şimdi seni!”

Hastanedeyiz. Bir kadın (oğlu olduğunu sanıyorum) çocuğun elinden tutmuş; bir yandan insanlar içinde hakaret ederken bir yandan da çocuğun kafasına vuruyor. Müdahale edememek zaten acıtırken, kadınla göz göze geldiğimizde gözlerinde gördüğüm nefret karşısında beynimin bana emrettiği “Bulaşma Şule, çevir kafanı” komutuna karşı geldim ve biraz daha sakinleştiğinde bir bahane ile gittim yanına. Konu konuyu açınca “Herkes yaşadığını bilir. Diğer insanlar gibi seni yargılayarak yanına gelmiyorum. Muhakkak ki içinde birikmiş bir çaresizlik var, belki de çözüm bulamadığın sorunlar silsilesi içindesin. Ki zaten hastanedeyiz, sağlık sorunun da var belli ki. Dolayısıyla tahammülün düşmüş.”

-Ben şeker hastasıyım. Çocuğum çok yaramaz ve psikolog artık ona ilaç vermek istedi daha sakin davranması için. “Bunun” yüzünden ikinci çocuğu doğurmadım. Sabır falan bırakmadı. “Bununla” nereye gitsem “Allah yardımcın olsun, bu nasıl çocuk böyle!” diyorlar. Herkes ne kadar yaramaz olduğunu da biliyor. Aslında boğa burcuyum. Boğa burcu çok sabırlıdır, fedakardır, yardımseverdir. Bir araştır bak Boğa burcunu, okuyunca anlayacaksın.

-Daha uygun bir ortamda ve daha uygun bir zamanda sizinle konuşabilmeyi çok isterdim, sizi dinleyebilmeyi de. Sizi anlayabilir miyim; bilmiyorum. Çünkü dedim ya, herkes yaşadığını bilir fakat sizi anlamak için de çabalıyorum bir yandan da. İnsanlar hep kınar, karşındakini suçlar. Ama kimse demez ki “acaba ne için böyle davrandı…” Evet, çocuğa bağırmanız ve ona bu şekilde davranmanız elbette çok yanlış. Bunu benim bildiğim kadar, muhakkak ki siz de biliyorsunuzdur. Fakat yine de size kardeşçe aktarmak istediğim birkaç şey var, lütfen kabul edin: Çocuğunuzun yerinde siz olsaydınız ve anneniz size insanların içinde bu şekilde bağırsaydı, hakaret etseydi ve tartaklasaydı; o an ne hissederdiniz? Kendiniz hakkında nasıl bir yorumunuz ve nasıl bir kanaatiniz olurdu? Sanıyor musunuz ki çocuğunuz büyüdüğünde bugünü ve yaşadığı buna benzer günleri unutacak? Eğer böyle olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Eğer böyle olduğunu düşünerek böyle ithamlarda bulunuyorsanız, yine yanılıyorsunuz. Beynimiz çok komplike bir yapıdadır ve yalnızca bedenimizi değil, ruhumuzu ve zihnimizi yöneten de aslında yine beynimizdir. Hele ki orada bir alan var ki, bizden apayrı, bağımsız bir şekilde varlığını sürdürür. Oraya da bilinçdışı (bilinçaltı) deriz. Hükmedemediğimiz, dilini bilmediğimiz kısım da diyebiliriz. Sigmund Freud’dan yola çıkarak, “bilinçdışı diline” “rüya” denir de diyebiliriz. Tıpkı işaret dili gibi, Türkçe gibi, İngilizce gibi rüya da bilinçdışı dilidir. Ama işte onu yorumlamak, Rüya’dan Türkçe’ye tercüme etmek, rüya tabirleri kitabından “kapı ne manaya gelir” diye aramaya benzemez. Siz, geçmişte yaşanılan bir olayı, gördüğünüz bir manzarayı, duyduğunuz bir sözü, hissettiğiniz bir duyguyu, kokladığınız bir aromayı, gittiğiniz bir yeri; kısacası hayatınız boyunca yaptığınız her şeyi ya da birçok şeyi unuttunuz sanıyorsanız da, bilinçdışı dediğimiz yerde, hissettiğiniz tüm duygular kalacaktır. Hele ki 0-6 yaş dönemi çocukların beyin gelişiminde bu kadar önemli iken, onlara yedirdiğimiz ve içirdiklerimiz kadar geçirdiğimiz vakit ve davranış biçimimiz de çok önemli ve değerli. Onların şekillenmesinde en büyük rolü olan bizleriz ve bizlerin onlarla ilişkileri.

-Peki biz unuttuğumuzu sanır fakat beyin unutmazsa, sonra ne olur?

-Sonrasında çocuğunuzda psikolojik bir rahatsızlık görülebilir ya da takıntıları oluşabilir. Belki de kendini hiçbir zaman değerli hissedemez. Düşünün: Bir çocuğun en çok sevdiği, ihtiyaç duyduğu, güvendiği kişi kimdir; annesi. Anne de çocuğa hakaret ederek konuşursa çocuk muhtemelen kendini değersiz görecektir, belki aptal olduğunu düşünecektir, hiçbir şeyin iyisine layık olmadığını ya da beceriksiz olduğunu düşünebilir ve çok daha komplike düşüncelerin içine de girebilir. Üstelik hayatında en değer verdiği, sevdiği ve muhtaç hissettiği kişiden böyle davranışlar görmek hem özgüvensiz hem de güvensiz olmasına da neden olabilir. Belki de agresif davranacaktır. Çok kolay sinirlenen, “geçmişte annesi onu dinlemediği için” o da büyüdüğünde kimseyi dinlemeyen, gördüğü davranışların bir benzerini başkalarına sergileyen, ergenliğinde asilik eden ve yine yine yine bir sürü seçenek… İleride kendini iyileştirebilme ya da geliştirebilme olasılığı yok mu; elbette var fakat bu çok zor olacaktır. Kendinizden pay biçin: Öfkenize ne kadar hakim olabiliyorsunuz ya da bunun farkında mısınız? Bunun nedeni belki de sizin de bir küçüklük anınızda gizlidir… Ne kendi ailenizi suçlayın ne de kendinizi. Bunlar, hiçbirimizin “farkında bile olmadan”, belki de “masumane” yaptığımız hatalar ve herkes bildiği şeyin en iyisini yapar. Önemli olan farkına varmak, önemli olan bizim de yanılıyor olabileceğimizi kabul etmek, önemli olan iyi olmaya niyet etmek ve asıl önemli olan kendini sevmek. Benim sık sık söylediğim bir söz vardır: Kadın önce kendi mutlu olmalı ki çocuğu mutlu olsun, eşi ile iletişimi iyi olsun, çevresiyle iyi olsun. Ve kadın önce kendini sevmeli ve varlığının kıymetini bilmeli. Lütfen bir kez daha düşünün: Siz varsanız birileri evlat, birileri eş, birileri arkadaş, birileri anne, birileri baba. Sizin varlığınız o yüzden önemli. Bencil olun demiyorum fakat kendinizi, varlığınızı, değerinizi fark edin diyorum. Birilerini eş yapan, anne baba yapan, evlat yapan, dost yapan, arkadaş yapan sizin varlığınız. O halde sevmeye ve anlamaya kendinizden gayret edin ki ancak o zaman sakin ilişkileriniz olacaktır. Ve kendinizi suçlamayın. Kendinizi anlayın. Gerekirse kendinizden özür dileyin fakat hiçbir zaman duygularınızı bastırmayın. Ağlamak mı istiyorsunuz; gidin arka odaya ve ağlayın. Bağırmak mı istiyorsunuz; gidin öteki odaya ve bağırın. İçinizde tutmadan, kendinize hiçbir yanlışınızı ya da duygunuzu bastırtmadan yaşayın fakat bu konuştuklarımızı da anlamaya çalışın.

-Siz psikolog musunuz? Bunları nereden biliyorsunuz? Nerede görüşebiliriz sizinle? Tekrar buluşabilir miyiz?

-Psikolog olduğumu sanan birçok arkadaşım var fakat ben psikolog değilim. Yalnızca kendi ile tanışmaya gayret eden, iyi olmakla fedakar olmak arasındaki ince farkı anlayıp yalnızca iyi olmaya niyet eden, travmalarıyla yüzleşip buradaki mesajları kendi yolunda kendine azık eden, beyni ve bilinçdışını tanımak isteyen biriyim. Okumayı seviyorum, araştırmayı seviyorum, yargılamak yerine empati kurmaya çalışıyorum ve okuduğum her hikayeden, aldığım her bilgiden kendime pay çıkarmak için çabalıyorum. Ben derim ki naçizane, çocuğunuzla konuşurken muhakkak göz hizasında olun. Ne o size yukarıdan baksın, ne de siz ona. Eşit olduğunuzu anlaması için bu önemli bir detay ve konuşurken göz teması kurun. Ruhun bir kapı deliği gibi Dünya’yı gözlemleyebildiği ve görebildiği tek pencere; iki adet gözbebeği. Çocuğun ruhuna, gözbebeklerinden içeri yani direkt ruhun kendisine bakarak dokunun ki orada; sizinle olduğunu her zaman hissetsin. Ona mutlaka dokunun, sevginizi gösterin. Sinirliyseniz ya da o an ne hissediyorsanız bunu ona aktarın. Böylelikle zamanla daha iyi anlayacak ve kendi yaşadığı duygunun da adı her ne ise, o da duygusunu zamanla tanıyacak. “Şu an öfkelisin çünkü dışarı çıkmak istiyorsun ama dışarı çıkamadığımız için hayal kırıklığına uğradın. Bunu biliyorum ve seni anlıyorum. Senin yaşındayken ben de bir şeyi çok istediğimde gerçekleşmezse çok sinirlenirdim, ağlardım ve bağırırdım. Fakat şu an çok yoğunum ve sana söz veriyorum, yarın parka gideceğiz. Şimdi istersen resim çizebilir ya da kovboyculuk oynayabilirsin. Farklı bir fikrin varsa onu da konuşabiliriz ya da hala ağlamak istiyorsan kendini iyi hissedene kadar ağlamaya devam edebilirsin çünkü ben de bu esnada senin yanında olacağım, eğer istersen” gibi… Ve sözünüzü tutun, yarın dışarı çıkma sözü verdiyseniz, çıkın. Ağlıyorsa susturmayın, içine atmasın. Ona ve varlığına sevginizi gösterdiğiniz kadar saygınızı da sunun. Onu bu sözlerle yaralamayın ve inanın bana, zamanla ilişkiniz de düzelecek….

Ve sonra birbirimize sarılıp ayrılıyoruz. O bir tarafa, ben diğer tarafa giderken tekrar arkamıza dönüp birbirimize bir kez daha el sallıyoruz. Aslında, hanımefendiyle konuşurken bu kadar detaylı değil, biraz daha yüzeysel muhabbet etmiştik fakat asıl demek istediklerimi daha da toparlayarak burada aktardım ki benzer olaylar yaşayan herkese naçizane dokunsun diye. Kendisi de eminim ki bu yazımı okuyacaktır da.

İnsanlar hep bir şeyler söyleyecektir. Bilgisi olmasa bile, empati kuramasa bile, “bildiği tek doğrunun kendi doğrusu olduğunu sanan herkes” karşısındaki kişinin yaşadıklarını bilmeden yargılamaya devam edecektir. Kullanılan kelimeler, kurulan cümleler de iletişimde çok önemli. Aslında ben hanımefendiyle konuşmadan biraz önce, başka bir kadın, kadının çocuğa muamelesinden dolayı aralarına girmiş fakat kurduğu cümleler, ses tonu, bakışları, ifadesi ve mimikleri öyle tersmiş ki, kişi bırakın muhakeme etmeyi, direkt olarak kavgaya başlamışlar. Kavganın sonunda da karlı çıkan kimse yok çünkü kimse kimsenin ruhuna dokunmamış, yalnızca egolar savaşmış… Üstelik bu konuşmalar da çocuğun yanında yaşanmış. Çocuğun kafa karışıklığını, hissettiği duyguları, düştüğü durumu ve annesinin yaşadıkları ve söyledikleri sizce nasıl bir izlenim yaratmıştır onda? Kadını uyaran diğer kadın, ona farkındalık kazandırmaya çalışırken sizce ne denli çocuğun psikolojisini düşünerek hareket etmiş olabilir ya da şu durum ve ambiyansta çocuğa ne kadar yardımcı olmuş olabilir?

Herkes bildiğinin ve farkında olduğunun en iyisini yapar. Ortada bir yanlış varsa, demek ki kişi bu yanlışı bilmiyor ya da farkında değil demektir. Onu suçlayarak yaklaşmak yerine bir an için empati kurmak, duygularını doğruca ve doğru kelimelerle anlatmak, göz hizasında ve dokunarak konuşmaktır en doğru başlangıç. Hanımefendiyle konuşurken öğrendim ki meğer sabah hastaneye çocuğu ile tek başına gelmiş. Doktoru kadını iki kere odasından kovmuş; “çocukla seni içeri almam, nereye bırakırsan bırak da öyle gel, çık git şuradan!” diye iki kez bağırarak sözsel ve ifadesel olarak kadını horlayarak… Kadın koca hastanede kimseyi tanımazken, dört buçuk yaşındaki küçük bir çocuğu kimseye de emanet edemezken, çaresiz ve mecburen doktorun odasına tekrar girmek zorunda kalırken gördüğü bu muamele ve küçük düşürülme duygusu onu nasıl aşağı çekmiştir… Bu, zaten en büyük sinirlenme nedeni olmuş. Ardından hastalığın verdiği stres ve üzüntü. Kim bilir belki başka sorunları da vardır ve çocuğu bırakabileceği, emanet edebileceği kimsesi de yoktur. O esnada çocuk da çocukluğunu yapmışsa, hepsi birikince böyle bir olay yaşamış olabilir. Elbette nedeni ne olursa olsun, bu şekilde davranması doğru değil ve aslında çok çok da kötü… Israrla söylemek istediğim ise, önce kişiyi anlamak ve ona bir şey aktarmak için iletişimi doğru kullanmak önemli. Kimseye, farkındalığından öteye bir şey aktaramazsınız. Önce, fark etmesini sağlamak önemli ve herkes anladığı, anlamlandırdığı kadarını alabilir. Umuyorum ki bundan sonra o anne ve o çocuk arasındaki ilişki daha iyi olur ve denge kurulabilir.

Nereye gitse, gittiği yerdeki insanlar “Allah yardımcın olsun bu çocukla!” dedikleri için de aslında çocuğunun “yaramaz” olduğunu düşünüyor olabilir. Ya da insanlar “çocuğun yanında” çocuk için böyle konuştukları için çocuk da yaramaz davranışlar sergileyebilir. Hepsi birbiriyle o kadar bağlantılı ve birbirimizden o kadar çok etkileniyoruz ki. Farkında bile olmadan, “başkaları tarafından onaylanmak” ve çaresizliğini “Allah yardımcın olsun bu çocukla!” diyerek avutmak çözüm değil. Hem de bu ne bir sonuç, ne de bir çözüm değil. Çaba; yalnızca akşama yetiştireceğimiz 3 tencere yemekte sarf ettiğimiz gayret değil, kendimizi zihnen ve ruhen de ilerletmek için ya da sorunlarımıza çözüm bulabilmek için de duygusal olarak gösterdiğimiz gayrettir.

Gayret’in yolunda, yanlışlarımızı nimet fakat öğrendiklerimizi de kendimize azık ederek ilerleyebilmemiz, yıllar sonra birer beyefendi ve hanımefendi olacak bu küçük bireylerin şu an çocukluklarında onlara rehberlik ettiğimizi fark etmemiz, kendimizin ve çocuklarımızın varlığına şükretmemiz ve birbirimize en iyi şekilde dokunabilmemiz dileklerimle.

Sevgiler bizden.

Yoruma kapalı.

MENÜ