1985 yılında doğmuş bir garibanım ben. Gariban çünkü beş parasız, çıplak, muhtaç bir insanmışım ilk doğduğumda. Ama, kol kanat geren kocaman yürekli bir annenin kollarına vermişler beni. Ne parasızlığımı, ne çıplaklığımı bahane etmiş, ne de muhtaç diye beni geri çevirmiş. Aksine, çok sevmiş beni. Prematüre ve ikiz doğan beni ve kardeşimi sevgiyle kabul etmiş.
İlk düşüşüm böyle olmuş yani. Şanslıymışım çünkü ne cebimdeki, ne üstümdeki, ne de elimdeki önemli değilmiş. Elimden tutanım varmış. Ben, doğduğumdan beri düşene sahip çıkmayı “doğru” olarak benimsemişim bu yüzden. Düşenin, yardıma ihtiyacı olanın, ağlayanın, üzülenin elimden geldiğince yardımına koşmuşum. Çünkü düştüğümde benim yanımda olan melek (annem) bana hep bunu öğretmiş.. Sonra, farkında olmadan bir de bakmışım ki daha minik yaşlarımdan beri herkesin annesi olmuşum ben. Fedakar bir anne ki, yeterki iyi olunsun diye gerekirse kendi mutluluk ve rahatlığımdan ödün vermişim herkese. Cebimdeki, tabağımdaki, bildiğimdeki her şeyi yolu yolumun üstünden geçen herkese ikramlamışım hep. Fakat öyle bir an gelmiş ki enayi denilmişim. Ne kıymeti bilinmiş sunuşlarımın, ne de sanki verdiklerimin farkında değilmişimcesine saf yerine konulmuşum. Karşımdakini mutlu edebilmek bir kenara dursun, mutluluğumdan da çalıp ruhumu iflasın eşiğine getirmişim neticede. Tüm bunlara rağmen de, saf denileceğimi bile bile vazgeçmemişim iyilik yapmaktan, iyi olmaya çalışmaktan.
Gelgelelim ki işte, asi yönüm de kabarmış böylece. Her hayal kırıklığında biraz daha çoğalmış içimdeki ateş. Kendime önce savaş açıp sonra kendime sahip çıkmışm. Benim olan benimdir, benimle olan da benimledir, gerisi artık hikayedir demiş ve savaşçı edasıyla yürümeye devam etmişim bundan böyle. Yüzdüğüm sularda çok yuttuğum da olmuş tuzlu suyu, yuttukça daha da susayıp boğulduğum da. Ama başarmışım işte, ben artık Ben olabilmişim..
Kendime ne çok eziyet etmişim aslında bu denli fedakarlıkla, bu denli ödünle. Bunun haricinde bir zaafım daha varmış benim. Kendi hayatıma saygım olacak kadar da olsa, ketum olamamışım.. Başkalarının yaşam ve sırlarını dişlerim kilitmiş gibi ciğerimde saygıyla tutarken, kendi hislerimi özgür bırakarak kendime en büyük haksızlığı etmişim. Hissettiklerimi, düşüncelerimi, sevgimi hep olduğu gibi yalınca anlatmışım. Bu yüzden de kolay insan diye adlandırılmışım belki de; bir karaktere bürünüp, “mış gibi” olmaya çalışmadığım için..
“Mış gibi” olmadım çünkü hep şuna inandım: Yaradan bizleri bedenleştirmeden önce herkes eşitti, birdi. Dünyaya geldiğimizde bu doğruyu unutup, Yaradan’a ve insanlığa savaş açmış aciz bir şeytanın kibir ve ego gibi hilelerine kanan insanların yaşadıklarını göremedim. Onlar hep “gizli bir yan” bırakmak peşinde oldular. Sahip olduklarıyla herkesi küçümseyip diğer insanlarda mış gibi yaşam sürdüler. Oysaki övünülecek şeyler bunlar olmamalıydı; belki iyi bir çocuk yetiştirmek, belki insanlığa faydalı bir şeyler yapabilmek olabilirdi fakat kaşının gözünün güzelliği övüntü olmamalıydı halbuki.. Çünkü kanmışlardı artık şeytana ve unutmuşlardı bedenleşmemişliklerini. Zamanla da özenildiler zaten.
Makyajlarıyla gizledikleri üzüntülerini, çaresizliklerini, yarımlıklarını sanki bunlar birer kusurmuşçasına örttüler. Her gece pamukla sildikleri zaman yüzlerini, sahte gülüşlerini de silip öylece yataklarına girdiler. Kendileriyle baş başa kalabildikleri tek zaman dilimi uykuya geçişleriydi. İşte ben bunu beceremedim. Bildiklerim ve bilmediklerimle hep ortadaydım. Mış gibi değil, Şule gibiydim. Bunun adına da saf denildi, belki salak denildi, çoğu kere de hissettim.. Ama artık öğreniyorum; böyle olunmayacağını. Hayatın şifresini çözemediysem de henüz, sadece üst beyinde düşünebilmekle yetinen insanları silerek yürümeye devam edebiliyorum. Bu, fedakarlığın anlamını bile herkesin anlayabileceği kadar büyük bir başarı..
Hazır mikrofonu elime almışken konuşmaya devam edeyim o halde. Ben bu durumdan ne öğrendim, biliyor musun? İyilik bambaşka bir şeymiş meğer, fedakarlık bambaşka… İyilik, yardımcı olmakmış. Fedakarlık da ödün vermek.. Sen yine iyi ol, elbette ol. Ama fedakar olma sakın! Fedakarlıkla verdiğin her ödün, kendine olan saygısızlık, kendini değersizleştirme eylemiymiş meğer. Önce kendini sevmekten başla, çünkü sen varsan oğlun var, kızın var, eşin var, arkadaşın var; kısaca herkes var. Sen olduğun sürece birileri evlat, birileri anne, birileri baba, birileri eş, birileri arkadaş.. Ve lütfen unutma; yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var: İstisnasız, “asla” diye araya parantez bir isim koymadan inan buna lütfen; evet istinasız; fedakar olduğun herkesten gün gelir ve bir darbe mutlaka yersin. Ben artık fedakar bir eş değilim, fedakar bir arkadaş değilim, fedakar bir anne de değilim! Sadece elimden gelenin en iyisini yapan fakat bunu yaparken de kendini de önemseyen biriyim. Çocuğum için çok iyi bir anne olmaya çabalıyorum, ona neler öğretebilirim, neleri yapmalıyım ve neleri yapmamalıyımı zaten düşünüyorum. Hastalandığında uykusuz da kalıyorum mesela, O’nun iyiliği için hayatımı ona göre şekillendiriyorum ama bunun adı fedakarlık değil, bunun adı iyilik. En iyi iyilik de annelik..
Sana da tanıdık geldi mi peki gariban doğmak? Hepimiz gariban doğduk halbuki. Ama kimisi bunu unutarak yaşamaya devam ediyor. Özünü, ruhunu, bedenleşmemiş halini düşünmeden.. Arınmış olabilimek bugünki en büyük duam.
Sevgiyle, egoya galipçe atan yüreklere
Yoruma kapalı.