“Şule Hanım, ikiziniz kapalı olduğu için sizde de az da olsa iman bilgisi vardır belki diye soruyorum: Neden bu kadar dünya işleriyle uğraşınız?” gibi bir mesaj aldım geçenlerde bir kadından.
Bu mesajın altında yatan iki büyük etken var. Birincisi, yargı. İkincisi de kibir. Kibir ve yargıya bağlıyorum çünkü aslında bilinçaltında şu düşünce var. “Senin imanını yargılıyorum ve kınıyorum çünkü biliyorum ki sen yanlış yoldasın ve benim imanım senin imanından eksiksiz, tam. Bu sebeple de yargılamayı kendimde hak bulup seni doğru yola gelmen için, imanın için, kendi hayrın için de bu dünya işlerini bırakmaya davet ediyorum.”
Peki, gerçek nedir? Şule Alkış’ın, Ayşe’nin, Fatma’nın, Hasan’ın, Faruk’un, Mithat’ın imanı eksik midir yoksa tam mıdır? Başkalarının imanı üzerine odaklanacak ve kendimizi “aşmış” sayacak kadar ne zaman yükseldik? Ne zaman hamdan pişmişe, pişmişten yanmışa, yanmıştan da olmuşa döndük de içinde yargı ve kibir barındıran bir bilgelikle başkalarını kınadık?
En başından beri açıklamaya çalıştığım konu şu ki; Hiçbirimiz mükemmel değiliz. Hep söylediğim bir söz vardır; eğer mükemmel ya da hatasız olsaydım, o halde melek olarak yaratılırdım fakat ben bir insanım. Beni, ışık varlıkları gibi hep pozitifi görecek bir fıtratla yaratmadı Rabbim. Benim içimde iyi de var, kötü de. Çünkü ben (biz, hepimiz) bir insanım. Benim fıtratım, benim yaradılışım gereği Duygu’nun pozitifi de negatifi de genlerimde, ruhumda, içimde ve seçimimde. Hare kitabımda bahsettiğim gibi; tüm duyguları idrak edip de seçim yapmak için bir vesile gerek. Bu vesile belki yalnızlık, belki ölüm, belki mücadele, belki psikolojik şiddet, belki kalp acısı, belki affetmek. Bu duyguları yaşamak için bir vesile gerek ki seçim şansı ile yaratılan insan; negatif duygularının arasında bakalım nasıl karar verecek, nasıl davranacak, ne düşünecek, neyi seçecek, isyan mı edecek yoksa kabule geçerek sevgiyle, çabayla, aşkla devam mı edecek? Fedakar olmakla iyi insan olmak arasındaki ince çizgiyi anlayabilecek mi, kendini korumayı ve O’nun ruhundan üflendiyse ne kadar değerli olduğunun farkına vararak mı mücadele edecek? Ve seçtiği bu yolda nasıl bir deneyim görecek? İnsandan söz ediyorum…
Hare’nin Lû’su İlge’nin de dediği gibi: “Bazen söylemekle idrak etmek bir değildir. Cümleleri ezberlersin de bir türlü üzerine giyemezsin. Giydim sanırsın da çırılçıplak kalırsın. Çünkü sindirememişsindir, özüne inememişsindir. Ki inmek kolay olsa bu kadar, o vakit ne cennetin ne de gezegenin değerini bilirsin. Her şey zıttıyla anlamlanır, değerlenir, şükürlenir de sen ancak o zaman görürsün. Hata yapmaktan korkma derken buydu işte bahsettiğimiz. Kötüyü tanı ki iyinin kıymetini bil, çirkini gör ki güzeli bırakma. Her şeyin zıttı var; bir tek O’nun hariç. Tek olan yalnızca O’dur da O’nu aklın yoluyla arama. Aç yüreğini ve iyice bak etrafa. İşte o zaman dokunduğun, baktığın, tuttuğun, tattığın her şeyde kavuşursun O’na. “
İdrakin beş duyu organından öteye geçemezse, zeka ile akıl arasındaki farkı anlayamazsan, eq dediğimiz, aslında insani değerlerin gelişiminden bahseden duygusal zekamızı, analitik (iq) zekamızın gerisinde tutarsak, bir de üzerine yargı ve kibir gibi duyguları eklersek, ben dahil hepimiz kalbimizin sesini işitmeyi kaybedersek gerçek sağırlık işte o zaman başlar…
O halde, birbirimizin yanlışlarını hiç mi dile getirmeyeceğiz ya da göz göre göre eğer sevdiğimiz ya da iyiliğini dilediğimiz bir kişinin yanlışları varsa, yanlışlarına göz mü yumacağız? Hayır! Kimimizin idraki kimimizden daha çabuk gerçekleşir ya da elbette her birimizin birbirinden iyi olan özellikleri vardır. İnsan demek benim gözümde artık “benden de öte, biz” demek. İyiliğimizi dileyerek ve dayanışma içinde birbirimize güzelliklerle dokunmak için ben dahil hepimizin anlaması gereken bir konu var ki; söz, sihirli bir araçtır… O aracı doğru bir şekilde kullanabilmek gerek. Çünkü dil ki yaralar, yargılar, yadırgar, kibirlenir, öfkenin tonunda boğar ki anlamazsın zehirlediğini, zehirlendiğini; dil ki sever, şefkat verir, yoğunlaştırır da kalbini aşka getirir her bir hücreni…. “Bana Yalan Söyleme!” ve “Beni Dinlemene İhtiyacım Var Anne” yazılarımda iletişimin dilinden, şifasından bahsetmiştim. Her iki yazıyı da okumanızı yürekten dilerim. “Sen!” diyerek işaret parmağını karşındakine uzatarak, öfkeyle, kinle, yüksek sesle sözünü söylersen, bu iletişimde iki taraf da yara alır, inatlaşır, uzlaşamaz ve konu artık doğruyu bulmak değil, egoların savaşlarına şahitlik olmaktan öteye geçemez. Empatiden yoksun, kendini ve kendi doğrusunu ispata geçen bir benliğin karşısındaki kişi de 32 dişini gardiyan edemez cümlelerine. Böylelikle de kimse şifalanamaz, düşmanlanır da belki de haklı iken haksız, haksız iken de doğruyu göremez oluruz.
Biz, bir kadınız. Toplumda elbette kadın da erkek de bir bütün ve ayrım elbette yok ama kadının kendi değerini görmesi, kendi farkındalığını yükseltmesi çok daha kıymetli, fikrimce. Çünkü toplum, kadının rahminden doğar. Nasıl bir rahimden doğduğunun önemi kadar, nasıl bir rahim olduğun da önemli. İç dengeni bulmak kadar, doğru olan bilgiyi de almalıyız. Bu da sorgulamayla, araştırmakla, okumakla ve iyiye niyet ederek o yolda çabalamakla gerçekleşmez mi? Egomuzun biz farkında dahi olmadan, bizi koruma iç güdüsüyle “ben kusursuzum” kibrinden sıyrılmakla, kendini “gerçekten” sevmekle gerçekleşmez mi? Bunu gerçekleştiren bir rahimden doğacak çocukla, kendini sevmeyen ya da kusursuz gören bir rahimden doğan çocuğun zihni aynı olabilir mi? Bedenen, zihnen, ruhen dengelenmedikçe nasıl savunuruz, nasıl başa çıkabiliriz seçim şansı verilmiş fıtratımızda doğruyu bulmaya? İçinde ben de dahil bunların, sen de, o da, hepimiz de.
EQ adını verdiğimiz duygusal zeka; bir insanın hem kendisinin hem de başkalarının duygularını anlayabilmesi, farkındalığının yüksek olması, duygusal ifadeleri çözümleyebilmesi gibi insani değerlerin ölçüldüğü bir zeka türüdür. Duygusal zekası yüksek olan kişilerin hem kişisel, hem de insan ilişkileri konusunda mutluluğu yakalayan bireyler olduğu ve duygusal zekası daha düşük olan kişilere oranla daha mutlu oldukları da ispatlanmış bir gerçektir ayrıca. Yalnızca analitik (IQ; zihinsel, akademik ya da entellektüel zeka da denir) zekasının gelişmiş olduğu ya da yalnızca zeka gelişimi üzerine yoğunlaşan bir kişi, yapay zeka bir programdan farksız değildir çünkü duygusu ve duygu analizi, empati gibi birçok insani görüş ve içselliği tamamlanmamıştır. İnsanı insan yapan değer yargıları, insani özellikleridir. Zira denilen o ki Mevlana ve Hitler’in IQ’su aynıdır fakat birinin duygusal zekası daha gelişmiş, diğerininki ise çok daha düşük olmasından dolayı bu insanı özellikler birini Mevlana, ötekini de Hitler yapar!
Dolayısıyla, konuyu en baştaki iman konusuna bağlar isem, bir de şunu ifade etmek isterim: Ben, Elhamdülillah Müslüman’ım. Dinimin gereğini layıkıyla yerine getirip getirememem benim sınavımdır. Belki “ben oldum” diyenden daha kuvvetli bir imanım vardır, belki de “ben daha olamadım” diyenden daha zayıf; bilemem. Yaradan’ım bilir… İmanım benim meselem iken, nasıl bir insan olduğumsa belki de hepimizin meselesidir çünkü kelebek etkisiyle aslında hep birbirimize dokunuruz. Yanlışım belki çoğu insana zarar iken, doğrum ise çoğu insana faydadır. O yüzden IQ’m kadar EQ’umu da geliştirmeye, iyi bir insan olmaya niyetliyim. Unutmadığım bir gerçek daha var ki yukarıda da bahsettiğim gibi; ben bir insanım. Elbette bildiğim ya da bilmediğim yanlışlarım vardır, hepimizin olduğu gibi. Onları görebilmek, kendimi her alanda en doğru şekilde geliştirebilmek hedefim. Ayrıca, farkında olduğum bir konu daha var ki; ben, dinime ne kadar bağlıysam ve seviyorsam, benim dinimi sevdiğim kadar, aynı “duyguyla” bir Hristiyan da Hristiyanlığa ya da başka dinden olanlar da kendi dinine bağlı. Onları yargılamak, imanını sorgulamak bana düşmez. Benim filtrem, benim kriterim o kişinin nasıl olduğudur. Bana, kendine, topluma faydası var mı ya da bir zararı var mı? Kişinin dinini değil de insanlığını, kendisini, bilgisini, farkındalığını sorguladığımda ne kadar yakınıma almalıyım ya da yakınıma almalı mıyım? Eğer konu ne olursa olsun, doğru olduğumu düşünüyorsam ve karşımdaki kişinin de yanlış olduğunu düşünüyorsam, bu konuyu “doğru bir dille” ona nasıl ifade edebilirim? Benim insana yaklaşmak, insanı yargılamak ve insanı kınamak hakkındaki düşüncelerim budur.
Komşum Şiyma çarşaflı bir kadın. Ben ise şort giyen, başı açık… Ama bir kez olsun Şiyma beni yargılamadı, ben de onu… Ne o bana deyim yerindeyse “böcek gibi” baktı, ne de ben ona! Çünkü biz oturup sohbet edebilen, birbirimizin evine girerken temiz mi pis mi, zengin mi fakir mi, bana ne ikram etti ne etmedi gibi düşüncelerle birbirimize yaklaşmadık hiç. Biz oturup başkalarını da çekiştirmedik. Biz birbirimize hiç caka satmadık, hiç hava atmadık. Varlığımızla ya da yokluğumuzla birbirimizi kıyaslamadık. Aksine; çok güzel bir yemek yaptığında Şiyma zilimi çalıp bana ikram etti, ben mis kokulu bir çorba pişirdiğimde de ona da götürdüm. Kimseye güvenemezken yeri geldi çocuklarımı ona emanet de edebildim, yeri geldi “Şiyma beni iki dakka şuraya atıver arabayla” da dedim. Fikir ayrılıklarımız da vardı, hemfikir olduğumuz konular da. Yanlış olduğunu düşündüğümüz konuları da masaya yatırdık, birlikte sorunlarımızı ya da üzüntülerimizi ya da sevinçlerimizi de paylaştık. Yeri geldi bir abla olarak ondan akıl da aldım, yeri geldi iki çocukla tek hazırlayabildiğim omletli, zeytinli, peynirli yavan bir kahvaltı masasında da onu ağırladım. Çünkü biz hep kalplerimize baktık, insanlığımıza baktık. Beni uyardıysa hep bunu tatlı diliyle yaptı, ben ondan yanlış gördüğümü söylediysem de “sen” diye işaret parmağımı uzatarak değil, “ablacığım” diye cümleye başlayarak fakat samimiyetle, güzelliklerle yaptık. Ondan Kuran öğrendiğim de oldu, namaz kılmaya başladığımda o sevinçle bana namazlık, başörtüsü hediye alıp geldiği de. Diyeceğim o ki biz açık kapalı ayrımı yapmadık Şiyma’mla hiç. Biz hep insan olduk ama samimiydik, içtendik, gülücüklüydük çünkü birlikte mutluyduk. Çünkü biz insandık. İyi insan olmaya niyet eden iki insan.
Başta Şiyma’mı, sonra da tüm kadınları sevgimle kucaklıyorum, izninizle…
Ve tüm kalbimle Hare‘yi okumanızı diliyorum…
Şule Alkış
Yoruma kapalı.