Bil ki Hepimizin Sana İhtiyacı Var

Bu konuyu aslında daha öncesinde bir kez daha yazmıştım ama toparlayarak tekrar kaleme almak istedim çünkü insan yetiştirmenin eğitim, sevgi, ilişkiler ve çocukluk dönemi ile nasıl bir bağlantısı olduğunu, nasıl mühim olduğunu daha iyi idrak edebilmeliyiz.

İlk önce konuyu hormonal olarak inceleyelim. İlk konuğumuz oksitosin hormonu. Oksitosin tıpkı heyecan artıran dopamin ve mutluluk oluşturan serotonin gibi duygularımıza yön veren bir hormon arkadaşımız. Aynı zamanda annenin bebeğine süt verirken de salgıladığı oksitosin, annenin çocuğuna koşulsuz bağlanmasını da sağlar. Oksitosini aslında hem kadın hem de erkek salgılar fakat kadınlarda bu hormon orgazm sonrasında da oluşur. Doğanın, partnere bağlanmak için uyguladığı mükemmel bir yöntemdir aslında. Kadınların tek eşli olmada başarılı olmalarının altında bu neden yatar. Her orgazmda partnerine bağlılık artar çünkü orgazmla birlikte oksitosin de her seferinde salınır. Erkeklerde de okşama, sarılma, seks esnasında bu hormon aktif olur ve ilişkide oksitosin salındığı sürece her iki taraf da birbirine güvenir ve sadakat göstermeye meyilli olur. O nedenle oksitosine “aşk hormonu” veya “sadakat hormonu” da denilir.

Gel gelelim ki bu hormon herkeste eşit miktarda olmayabilir. Mesela bu hormon erkekte az ise terketme duygusu oluşabilir ya da memnuniyetsizlik gösterebilir. Oksitosin o kadar güçlü bir hormondur ki, gerginlik azaltıcı ve sevgi uyandırıcı özelliğinden dolayı ABD’deki hapishanelerde çıkan kavgaları azaltmak amacıyla mahkumlara burundan oksitosin sprey sıkıldığında başarılı olduğu görülmüştür ve bu spreyi Liquid Trust Hormone, yani sıvı güven hormonu olarak satışı da vardır.

Peki, kadında veya erkekte oksitosin hormonu az ise ne olur; onu da ele alalım. Oksitosin yokluğunda ya da azlığında, bağlanma ve sevginin karşıtı olan dopamin hormonuna bağlı ilişkiler artar. Bu da şu anlama gelir: Zevk ve ödül sistemiyle çalışan, heyecan aranan, bağımlılıkla eşdeğer fakat duygusal olarak tahammülü zor ilişkiler artar. Dopamine dayalı ilişkilerde kişi tıpkı sigara bağımlılığı gibi, tatlı krizine girmek gibi zararına rağmen kısa süreli haz peşinde olacağı ilişkilerde bulur kendini.

Oksitosin hormonuyla birlikte yalnızca aşklarda güven hissedilmekle de kalmaz; aynı zamanda bu hormonun fiziksel faydaları da vardır. Bağışıklık artar, antienflamatuardır, yara iyileşme süreci hızlanır, ağrı kesicidir, uykuyu derinleştirir, yaşlanmayı geciktirir, iştahı normalize eder ve alerjik reaksiyonları da azaltır.

Oksitosinin etki ettiği esas hücreler beyinde olduğu için beyin hücrelerinin dış zarlarının yağları önemlidir. Yani Omega-3. Beyin hücre zarlarında ne kadar Omega-3 türevli yağ içerirse, hormonal açıdan durum da o kadar iyi olur. Beyin için şekerin iyi olduğu bilgisi de aslında tam olarak doğru bilgi değildir çünkü şekerden çok Omega-3 yağına, diğer iyi yağlara, çörek otu ve keten tohumu gibi yağlı tohumlara ve ceviz badem gibi yağlı kuruyemişlere ihtiyacı vardır. Bu yağlar oksitosin hormonu dahil her tür hormona karşı duyarlılığı artıracaktır.

Sadakat hormonunu artırmanın diğer yolları ise alkali yaşamın temeli olan meyve, sebze, alkali su, baharat, balık, tohum gibi gıdalarla beslenme, yeterli oksijen alma, iyi uyuma, işlenmiş ve paketli gıdalardan uzak durma gibi önerilere de kulak vermektir. Görüldüğü üzere aile sevgisi taa en başta anne baba ilişkisi, çocuğa verilen ve yüklenilen sevginin özeni, ileride kendisinin de nasıl bir eş seçeceği ve eş olacağı, hatta beslenmeye kadar dayanır. Yazıyı o nedenle holistik olarak ele aldım, yani ruh beden ve zihin sağlığı.

İnanıp inanmamak size kalmış fakat duygu dediğimiz şey esasen beynin içindeki hormonların oluşturduğu bir durumdur. Hormonlar değişirse şayet, duygular da değişebilir. O nedenle alkali beslenme ve doğru gıda seçimleri aşk hayatınızı da etkiler. Hem de idrak edildiğinden çok daha fazlasıyla. Daha detaylı bilgi için Dr. Ayşegül Çoruhlu’nun Kuantum Beslenme kitabını muhakkak okuyunuz derim. Konu beslenme de olsa, işin içinde sağlıklı yaşam ve hormonlar olduğu için bu kitap iyi bir yol gösterici olacaktır.

Şimdi sıra geldi annemizle olan ilişkimize, yani çocukluğumuza. Buna değinirken, öncelikle beyni tekrar ele alalım ve şu kısa bilgileri hatırlayalım:

1- Beynimiz bir bütün olsa da şayet, aslında onu üçe ayırabiliriz. Birincisi beyin sapı, ikincisi orta beyin ve üçüncüsü de neokorteks.
2- Erkeklerde testosteron, kadınlarda ise östrojen hormonu bulunur. Aslında her iki hormon da her iki cinsiyette bulunur fakat ağırlıklı olarak erkeklerde testosteron, kadınlarda ise östrojen vardır.
3- En önemli hormonlardan biri olan oksitosin hormonu sevgi üretir. Söylenilen odur ki; kimi terör örgütü üyelerine oksitosin hormonu verirler ki ölümüne sevsinler. Erkeklerde orgazm esnasında, kadınlarda da doğum ve emzirme sırasında en çok salınan bir hormondur.
4- Merak etmek beynin korteksinde gerçekleşir. O nedenle merak korteksin işidir.
5- Anti sosyal kişilik bozukluğu olan kişiler 0-7 yaş arasında yeterli sevgi ve ilgi görmeyen kişilerdir. Yaşamın ilk birinci yedi yılı koşulsuz sevgi bu nedenle çok önemlidir çünkü hem toplumsal olarak, hem de bireysel olarak ele alındığında bireyin çocukluk ve bebeklik dönemi, bu dönemde fiziksel ihtiyaçları olduğu kadar ruhsal ihtiyaçlarının ne kadar karşılanıp karşılanmadığı da önemlidir. O nedenle çocuklarınızı bol bol sevin, bol bol.
6- Beyin sapının diğer adı da ilkel beyindir. Aynı zamanda buraya sürüngen beyin de denir. Kişinin hayatta kalma ve neslini sürdürebilmesi adına gerekli olan ne varsa; yeme, içme, avlanma, çiftleşme gibi bedenin korunmasını ve devamlılığını sağlayan komutlar buradadır ve burada duygu yoktur. İlkeldir yani. Milyarlarca yıldır Dünya’daki canlıların var olmalarını sağlayan beynin henüz evrilmemiş hali burasıdır.
7- İkinci beyin olarak adlandırdığımız orta beyin de memelilerde bulunur ve beynin bu kısmı duyguları taşır. Hissetme, öngörü, duygular, anılar, merhamet, empati buradadır ve duygularımız esasında kimyasaldır, kimyasal reaksiyonlardır.
8- Beynin üçüncü bölümü olan neokorteks ise beynin evrimleşen en son bölümüdür. Burada mantık vardır.

Bu kısa hap bilgileri tekrar hatırladığımıza göre, anne çocuk ilişkisinin bir insanın hayatını, kişiliğini, davranışlarını, ilişkilerini, hatta topluma olan fayda ve zararını nasıl etkilediğini; sevgilimizin, eşimizin, annemizin, babamızın, arkadaşımızın, kendimizin ve tanıklık ettiğimiz ya da etmediğimiz tüm insanların birbiriyle etkileşimini nasıl doğrudan etkilediğini konuşacağız.

İnsan duygusal bir varlıktır ve her ne kadar mantığımız ve irademiz devreye girse de, kararlarımızın çoğunu ya korkumuzla hareket ederek ya da korteksimizle veririz. Beyin sapı korteksinden fazla gelişmiş kişiler korkuyla yaşarken, neokorteksi gelişmiş kişiler ise problem çözerek hareket ederler. O nedenle korteksiyle hareket eden insan kendini geliştiren, çözüm odaklı olan ve düşünen insandır. Şayet beynimizin hipokampüs bölümü küçük kalırsa bağımlılık, depresyon, travma ve stres hayatımızda daha fazla gözükür. Zeki insanların önüne ise bu durumlar az gelir ya da gelse bile irade ve mantıklarını geliştirdikleri için fazlasıyla etkilenmezler çünkü problem çözme odaklı olurlar.

Oksitosin ve anti sosyal kişilik bozukluğu arasındaki ilişkiye bakıldığında, tüm olumlu davranışları sağlayan sağlıklı insanların bu hormonu salgıladığı da görülürken, anti sosyal kişilik bozukluğu olan bireylerde ise bu hormon düzgün çalışmaz. Örneğin anti sosyal kişilik bozukluğu olan biri yolda yürürken bir başkasının bir köpeğe tekme attığını görürse, o kişiyi durdurmak yerine o da köpeği tekmelemeye başlar. O nedenle oksitosin hormonu aslında bir nevi insanlık da sağlıyor. Yani uzun lafın kısası oksitosini çıkarırsan robotsun!

Gelelim testosteron hormonuna. Bu hormon eğer yüksekse, şiddet bir alışkanlığa dönüşebiliyor ya da meyilli olabiliyor. Suça yatkınlık, sosyal olaylara karşı tepkisizlik ve haklı olup olmadığını gözetmeksizin kazanan tarafın yanında olma eğilimi yine testosteron seviyesi yüklü olanlarda görülüyor. Testosteron hormonu yüksek olan erkeklerde oksitosin hormonu nazaran az olduğu için bu hormona olan ihtiyacını karşılamak adına cinselliğe düşkündür. Kimi sporcular ya da kel kalmamak için testosteron alanlar amigdalanın sistemine çomak soktukları için şiddet eğilimli, cinselliğe düşkün, kazananın tarafında bulunma ya da sürekli tek kazanan kişi olma gibi dürtüleri, duyguları taşırlar. O nedenle dışarıdan testosteron desteği almak doğru değildir.

Psikopat sahneli filmleri izlerken bu bireyleri hep zeki sanırız ama aslında onların beyni küçük kaldığı için IQ ölçümünde normal zeka olarak sınıflandırılan 90-110 zeka skorunun altında zeka seviyeleri vardır, yani zeka düşüklüğü. Orta beyinleri duyguları hissetmedikleri için ne tepki vereceklerini bilemezler. Bu nedenle de gözlemlerler ve taklit ederler. Onları durduran tek şeyse korkudur. Yalnızca korktukları zaman karşı tarafa saygı duyarlar. Bu nedenle de kendinden güçsüz olan her ne varsa; hayvan, kadın ya da çocuk herkese zarar verirler ve seri katile dönüşebilirler. Kendinden güçsüzlere işkence eğiliminde bulunabilirler. Bu bireylerin istisnasız hepsinin çocukluk yıllarında hayvanlara şiddet uyguladığı bir hikayesi vardır. O nedenle eğer biri hayvana şiddet gösteriyorsa bu durum normal değildir ve çocuklara, kadınlara da şiddet eğilimi göstermeye devam edebilir. Sırf bu nedenle bile hayvana şiddet ciddiye alınmalıdır. Korteksleriyle karar vermedikleri için de bir eylemde bulunacakları zaman dürtüleriyle hareket ederler.

Anne karnı da dâhil olmak üzere, özellikle ilk üç yıl elzemi olacak şekilde, insan, hayatının ilk yedi yılında, yeterince sevgi görmezse, anti sosyal kişilik bozukluğu yaşama ihtimali artacaktır. Beynin ise en esnek yaş aralığı 2-5 yaş arasıdır. Bu yaş aralıklarında çocuklarımıza oksitosin için bol bol sevgi verilmelidir ki böylece hipokampüs de gelişsin. Kendisine bakan kişiden yeterince ilgi ve sevgi görmeyen bir bireyin mekanizması da yarım kaldığı için o kişi toplum için de verimli bir birey olmayabiliyor. Doğurduğumuz organizmanın daha sağlıklı olması için, insanın geleceği için, kendine ve topluma sağlıklı etkisi için bol bol sevin… Bu bireyler yetişkin olduklarında kimimizin komşusu, kimimizin arkadaşı, kimimizin eşi, kimimizin kardeşi olacak.

Neokorteks ise 2 yaşından sonra gelişir. İnsan organizmasının yanlış programlanmaması için hayatın ilk yıllarına bilhassa önem verilmelidir. Şayet ilk zamanları başıboş bırakırsak, başıboş programlanır. Mesela emzirilen çocukla emzirilmeyen çocuk arasında ciddi bir beyin farkı vardır.

İnsanı harekete geçiren şey meraktır ve korteks yeterince bilgi ile donatılmışsa merak ile her yöne gider. Merakı ehlileştirmek için ise araştırın, sorgulayın, okuyun, müzik çalın, müzik dinleyin. Kitap okurken uykunuz geliyorsa uyku saatinizi değiştirin ya da e-kitap gibi alternatifleri deneyin, kulaklıkla kitap dinleyin. Çocuklarınıza kitap okurken bir parça daha hızlı okursanız, çocuğun korteksi hızlı okumaya alışacak ve yetişkinlik döneminde kitap okurken uykusu gelmeyecektir. Piyano bazlı klasik müzik dinlemeyi deneyin. Florürü, aşıları, gdo ve hibrit tohumları araştırın.

Hatırlayalım ki; güçlü bir zihnimiz varsa, zihnimiz yaşadığımız travmalara kalkan olur fakat tersi durumunda ise travma bize yara olur. O yüzden beyninin her bir parçasına iyi bak, iyi besle, iyi tanı.

Şimdi sıra geldi “Ey Beynim, söyle bana: Sen kimsin?” kısmına. Kendi çabamıza, irademize, bilinçaltımıza, beynimizi tanımaya.

Abraham Maslow’un geliştirdiği insan motivasyonu teorisini duymuş muydunuz hiç? Maslow insan ihtiyaçlarını beş basamaklı bir piramidel grafikle anlatmış. En alttaki birinci basamakta yeme, içme, uyuma, nefes alma gibi ilkel beynin özelliklerini sıralayan, hayatta kalabilmek için gerekli olan fizyolojik ihtiyaçlar var. İkinci basamakta karın doyurmak, hayatını güvenle sürdürmek için gerekli bir ev ihtiyacı gibi ihtiyaçlar var ki bu basamağa da zaten güvenlik ihtiyaçlarını sıralamış. Üçüncü basamağa ise ait olma ve sevgi ihtiyacını yerleştirmiş. İnsanların genellikle takılı kaldığı nokta ki sadece bu basamak için bile yazılmış onlarca kitap, film, hikaye var. Arayış içinde olmalar, uyumsuz ilişkiler, aldatmalar, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, holiganlar, terörist grupları ve çok dahası bu basamakta kalan insanlar. İhtiyaç duyduğu sevgi ve bulamadığı aidiyet duygusunu başka yollarda, yanlış yerlerde ve yanlış kalplerde arayan insanlar. Dördüncü basamağın adı ise saygı ihtiyacı. En tuzaklı basamak da işte burası. Herkes tarafından sevilmek ve herkes tarafından kabul görmek bu basamağa ait oluyor. Bu basamakta egonu görebilirsen, kim olduğunu ve potansiyeli keşfedebilirsen, bu basamağı çıkarsın. Karakterinin doğduğu bu basamağa Mevlana bence çok şey katıyor. Son basamağımız olan beşinci basamak ise kendini gerçekleştirme basamağı. Diğer anlamıyla şekilcilikte kalmadan, tüm zenginlik ve başarılarına rağmen ego tuzağına düşmeyen, içindeki sesi vesvese ve egosundan ayırıp duyabilen, şekilcilikte kalmayan kişilerin ulaştığı zirve.

Basamakları incelediğimize göre bize empoze edilen güzellik kavramına da değinelim yeri gelmişken. Çocukluğumuzdan beri oynadığımız oyuncak bebeklerimizde, izlediğimiz çizgi filmlerde, dizilerde, filmlerde, reklamlarda hiç farkına varmadan görüp kabul ettiğimiz bir gerçeklik oluşturuldu: Güzellik. “Kendine saygı duyan kadın bakımlı olurdu”, “Sen her hâlükârda güzelsin görünmeliydin”, “Herkes tarafından beğenilmeliydin”… Bunlara o kadar çok odaklandırıldık ki, artık şekilcilikten sıyrılamadığımız gibi önyargılarımız, tabularımız oluştu. Genç kızlar sağlıklı olmak için değil, güzel görünebilmek için zayıf kalmaya çalıştı. Zayıflama uğruna öyle ilaçlar çıkarıldı ki yüzlerce kadın bu ilaçlar yüzünden yaşamını yitirdi. Güzellik artık bir kabul görme biçimi oldu ve bunun uğruna kadınlar hiç ihtiyaçları yokken bıçak altına yattılar, birbirileri arasında rekabet oluştu. Kimse ben ne yapıyorum demedi. Ben bana dayatılan güzellik kavramını kabul ediyor muyum, acaba gerçekten de güzellik denilen şey bu mu demedi. Kadın eti kadın eğitiminden önde geldi. Bunun gibi bir sürü şey sayabilirim.

Her kadın gibi ben de sokulduğum bu girdaptan çıkabildikten sonra anladım ki kaşım, gözüm, saçım, nasıl göründüğüm ilk sırada gelmemeliydi. Elbette, bunlar da önemliydi fakat odağım bu olmamalıydı. Odağım kendimi gerçekleştirme, eğitimim, potansiyelimi fark erdişim olmalıydı; beğenilme arzum değil. Moda adı altında bizlere dayatılan güzellik algısı, toplumu şekillendirmeye ya da empoze edilmeye çalışılan sinsi ama bir o kadar da şeytanca zeki planlarının üzerimde oynanılan oyunlarında güzellik ve modanın parmağı, aslında toplumca sen şöylesin ya da sen böyle giyinmelisin, aksi takdirde sen bağnazsın, gericisin, çirkinsin, sevilmezsin, kabul edilmezsin, seksi değilsin, seksi olmalısın, şehvet taşmalı topuklarından algılarını görebilmekti. İşte güzellik adını altında bizlere dayatılan, yaptırılmaya çalışılan, amacından saptırılan ve güzel olmayı yeniden anlamlandırıp, yeniden insan beynine farklı anlamla sokanları ve sonrasında da bilinçaltında kendi güzelliğini kabul etmeyip kendine çamur atanları görebilmekti mesele. Gerçek bu kadar saçma bir düzen üzerine kurulmuş olamazdı. Güç, güzellik, ihtişam, bulunduğu mevki; karşımdakinin statü ya da durumu ne olursa olsun ilk değerlendirmem gereken şu olmalıydı: Göz göze konuşabileceğim bir insan mı? Kendimi geliştirebileceğim, bana bir şeyler öğretebilecek bir insan mı? Bir şeyleri paylaşabilir miydik; mesela bilgi, mesela gülümseme, mesela sohbet, mesela farkındalık, mesela eğitim. Beni aşağıya mı yoksa yukarıya mı çeken biriydi? Bana bakarken gözlerimde şehvet mi arıyordu yoksa bir insana mı bakıyordu? Bana baktığında gördüğü et parçası mıydı yoksa oksitosini olan, östrojeni olan bir insan mıydı? Böylelikle işte hormonları, iletişimi, sevgiyi, insanı çok yanlış anlamlandırdık, yanlış yorumladık, şehvetle aşkı birbirine karıştırdık, kabul görülme biçimi olarak güzelliği ve bakımlı olmayı bağdaştırdık. Elbette olacaktık ama bize dayatılan değildi bu gerçek diye tanımlananlar. Kadının toplumdaki yerini, karakterini yeniden çizmelerine izin verdik ve oyunlarını görmedik. Şimdi tekrar bakın filmlere, dizilere, kliplere, çizgi filmlere, oyuncak bebeklere, sosyal medyaya, telefonda eğlence olarak sunulan uygulamalara. Bakın ve görün; cinsiyet adı altında bize yeniden empoze edilmeye çalışan yeni bir olgu var mı, var olan algıda cinsiyetin ve kadının götürülmek istenilen noktası neresi? Hare kitabımı okumanızı yürekten dilerim, tüm kalbimle dilerim.

Hiç mi kötüsüyle karşılaşmayacağız; elbette ve aksisi de mümkün değil zaten… İmtihan zorludur. Bir sorun çıkıyorsa, mutlaka oradan görüp alacağın, öğreneceğin, beşinci basamak olan kendini gerçekleştirmenin zirvesine çıkabileceğin bir sancıyı yaşıyorsun demektir. Bunu hep hatırla.

Hissedilen duyguyu iyi ya da kötü diye ayırmadan, insan, fıtratı gereği her duyguyu hissedebilir. Suç hangi duyguyu hissettiğin değil, duygu neticesindeki seçimlerindir. Seçimlerimiz bizi olmamız gereken kişiye doğru uzaklaştırır ya da yakınlaştırır. Her ikisinde de mutlaka öğrettiği, hamlaştırdığı kazanımları elbette vardır fakat önemli olan kendini gerçekleştirme basamağına götürecek seçimlere doğru ilerlemektir. İrade ne kadar güçlüyse, o denli ilerleriz, o denli duyguyu ehlileştirir, o denli başa çıkabiliriz. O nedenle neokorteksini geliştirmek hem kişisel olarak hem de anne baba olarak bizim vazifemiz. Duygu dediğimiz hisler öyle güçlüdür ki; beyin yapısı, hormonlar, çocukluk geçmişimiz, dürtülerimiz; hepsi bizim irademizde etkindir ve kişisel çaba gerektirir. Bunun için de duygusal zeka dediğimiz insan olma özelliklerimizi geliştirmeliyiz.

Duygular da doğadandır ve nasıl ki doğanın doğal afetleri varsa, aynı şekilde duygunu bastırırsan ya da tam tersi olarak dengeyi bozacak kadar kapılırsan da doğal afet gibi ruhunda yıkımlar yaşarsın. Duyguyu ehlileştirmek için kendine yatırım yaparsan; önce kendine, sonra çocuklarına, sonra eşimize, dostumuza, toplumumuza yararlı bireyler oluruz, yararlı bireyler yetiştiririz. Ruhunda deprem, volkan, sel, fırtına yaşamamak için beyin doğasını dengeye tuttur. Duygunu tanırsan, kendini bilirsin. Kendini bilirsen; ne hissettiğini, neyi istediğini, neyi niçin istediğini, zayıf noktalarını, güçlü noktalarını, neyi niçin yaşadığını da bilirsin çünkü Beden Dünyası dediğimiz doğayı dengede tutarsın, hiçbir afet yaşanmadan. Kolay mı; kolay değil. Acı dediğimiz noktanın lezzeti de işte burada gizli. Olgunluğa bürünmen için, aklını görmen için, Yaradan’ı hissetmen içindir her bir duygunun lütfu. Yaşa, anla, anlamlandır, gör, denklemi çöz ve buna göre seçim yap. Görmeden adımlarsan ziyana uğrarsın. Hayatın Aklı’nı gör çünkü o öyle nicedir ki, sandığımızdan daha zeki. Özgürlük kalbinin hissettiği kadar iken, duracağın nokta ise aklının ve vicdanın yattığı yerdir. O yeri doğru işaretlemek meseledir. Hare kitabımda daha da detayıyla değindim. Hatırla ki kuraklık ve sel afetleri gibi; duygun da iki uçtur. Aslında güldüğün kadar sinirli, iyi olduğun kadar da kötü olma potansiyelindesindir. Dengeyi bozan tarafın -iyi tarafta da olsa, kötü tarafta da olsa- bul ve o duygunu ehlileştir. Bastırmadan ve yaşarken efendice, kendi gelişimine hizmet etmesine müsaade ederek. Kaçarak da değil, o duyguyu kabul ederek. Tevekkül ile, teslimiyet ile, akıl ile, kalp ile…

Konumuz çocuklar fakat çocuklarımızı konuşurken kendimize de değinmeliyiz, bunları da fark etmeliyiz. Kendimizi, kendi yaralarımızı, kendi gelişimimizi de ilerletmeliyiz ki çocuk bizden beslenebilsin; sütümüzden olduğu gibi, zihnimizden de. O halde manipülasyona da değinmemiz gerekiyor çünkü şunu da sorgulamak gerek: Manipülasyonların ne kadar farkındayız? Bunlar bilinçsizce değil; aksine, bilinçli olarak yapılan eylemler. Dolayısıyla tesadüf değil, hepsi birer manipülasyon. Netice olarak da sizin düşüncenizmiş gibi, sizi ikna ederek ve kendi doğrularının sizin doğrularınız olması için bilinçlice çalıştırılmış, toplumsal büyük algı yönetimleri de var maruz kaldığımız. Altında yatan ise kimi zaman aklımızın hayalimizin yetmeyeceği nedenler. Hepsi puzzle’nin birer parçası. Uyanırsak, büyük resmi görebiliriz. Uyanırsak, kendimizi de evlatlarımızı da geliştirebiliriz. Uyanmaz ve onların doğrularını yaşarsak da, hepsi birbirinden bağımsız gözükür bize, parça parça. Göre duya, en sonunda normalleştirdiğimiz algılar birer manipülasyondur sonrasında.

Bunu yapanların bildiği bir şey var: Beynimiz! Bizim beynimizi bizden daha iyi tanıyorlar. Hormonlarımızı, bilinçaltımızı, duygularımızı, duygu dengesi bozulduğunda oluşacak olasılıkları, zihnimizi çok iyi tanıyorlar çünkü bilgiyle ilerliyorlar. Bizlerse bilginin değil, başkalarının amel defterlerinin peşindeyiz. Kim ne yapmış, ne gizlisi ne kusuru ne sırrı var; onları irdeleme, onları öğrenme peşindeyiz.

İnsan, sosyal bir varlık olduğu kadar aynı zamanda da duygusal bir varlıktır. Söz sosyal varlığa gelince pandemiyi de irdeleyeceğiz fakat başka bir makalede, detaylıca. Şimdi duygusal varlık olan kısma geri dönelim: Aslında biz, duygularımıza göre karar veriyoruz çünkü beynimizin yüzde yetmiş ikilik kısmı duygu, yüzde yirmi sekizlik kısmı ise mantık olduğu için, mantığımız duygumuzun önüne geçemiyor. Burada güçlü olan duygu oluyor fakat iradenin güçlü olması gereken noktalarda nasıl ilerlememiz gerektiğine dair de, yukarıda değindiğim detayları tekrar okuyup hatırlayabilirsiniz.

Duygularla başa çıkabilmek bu kadar kolay olsa idi şayet; kimse depresyona girmez, kimse saçma kararlar almaz, kimse üzülecek bir eylemde bulunmazdı. Psikologlar da gelen danışanlarına mantıksal bir iki açıklama yapar, belki yıllar sürecek olan tedavi bir konuşma ile çözülürdü. Psk. Nusret Kaya böyle tanımlıyor işte depresyon hallerini. O nedenle duyguyu küçümsemeyiniz fakat makalenin diğer bölümünde değindiğimiz gibi duyguyu kimi zaman ehlileştirmek gerek ise, duyguyu ehlileştirmeyi öğrenmeliyiz. 1988 yılında Nobel kimya ödülü kazanan bilim insanlarınca yapılan araştırmaya göre, atalarımız dört milyon yıl öncesinden beridir ribonükleikasit (RNA) molekülleri ile bu bilgilerini kuşaktan kuşağa aktarmıştır. Duygularımız Beden Doğası’na aittir ve doğanın kanunları alt beyindedir. İnsanların kanunları ise üst beyinde geçerlidir. O halde her iki kanunun çatışmaması için bir kez daha söyleyelim; duyguyu ehlileştirmek, neden niçin sonuç niceliklerini analiz etmek, iradeyi güçlendirmek ve korteksi geliştirmek gerek. Bir şey daha var tabii ek: Manipülasyonları fark etmek. Dolayısıyla başkalarını yargılamak, önyargıda bulunmak ya da amel defterlerinin peşinde koşturmak yerine, bilginin ve kendi gelişimimizin peşinde koşmalıyız. Zira bunu bir anlasak, zaten daralan zamanda açık aramaya değil, açık kapatmaya çalışırız.

Yirmi yıldan fazlaca süredir ne televizyon izliyorum ne de dizi film. En son Yılan Hikayesi’ni izlemiştim ve orada kaldım. Çok da memnunum. Kitap okumaya, araştırmaya, yarım kalan işlerimi tamamlamaya oldukça vakit buluyorum ve manipülasyona, normalleştirmeye maruz kalmıyorum. Dizi film ya da reklamlarda dikkatinizi çekmiştir diye düşünüyorum; toplumsal olarak nasıl bir algı oluşturmak isteniliyorsa, bu algı üzerinden konular işleniyor. Bu bazen alenen, bazense hiç belli edilmeden yapılıyor.

Yani bu kadar uzunca lafın kısası; beyni ve hormonları ele aldığım bu yazıda, beynin bölümlerini, her bölümün nasıl bir elzemiyetle geliştirilmesi ve eğitilmesi gerektiğini, sevginin önemini, hormonları, beslenmenin bedenen olduğu kadar ruhen ve zihnen de ne derece önemli olduğunu, evlatlarımızı yetiştirirken önce kendimizi fark etmemiz gerektiğini, dövmek ya da kötü muamele etmek yerine yeterince sevgiyi, yeterli ölçüde verebilmeyi bu yazımda bir kez daha ele almaya çalıştım. Fakat sevgiyi vermek derken, yine son kez değineyim; deyim yerindeyse şımartarak değil, kararlı davranarak, saygı ve sınırları öğreterek, sevgi kadar eğitimle, iletişimle de desteklemek. Doğru ve sağlıklı besin tüketmek. İşte hepsi bir başka konu gibi görünse de, hepsi aslında bir bütün.

Sevgiyle yeşeren kalplere su, ışık, toprak olabilmek dileğimle

Yoruma kapalı.

MENÜ